28 Şubat 2010 Pazar

SYLVIA PLATH




1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden, Massachusetts'te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955'te Smith College'den summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Çiftin sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962 - 1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.Bu olay onun yasadığı evin lanetiydi çünkü Yeats de bu evde ihtihar etmisti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwynet Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir

Şiir
The Colossus (1960)
Ariel (1965)
Crossing the Water (1971)
Winter Trees (1972)
The Collected Poems (1981)

Düz yazı
The Bell Jar (1963)
Letters Home (1975)
Johnny Panic and the Bible of Dreams (1977)
The Journals of Sylvia Plath (1982)
The Magic Mirror (1989)
The Unabridged Journals of Sylvia Plath
Çocuk kitapları [değiştir]
The Red Book (1976)
The It-Doesn't-Matter-Suit (1996)
Collected Children's Stories (İngiltere, 2001)
Mrs. Cherry's Kitchen (2001)

Türkçeye çevrilen eserleri
Ariel, (İmge Kitabevi)
Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı, (Altıkırkbeş Yayınları)
Sırça Fanus, (Can Yayınları)
Üç Kadın, (Oğlak Yayıncılık)
Sylvia Plath'in Günceleri, (Oğlak Yayıncılık)

11 Şubat 2010 Perşembe














































Acıları insanlar bir nebze unutabiliyor ama tarihi unutmadığımız sürece olmaması için bir gayret gösterilebilinir.............






Anneliese Marie Frank (12 Haziran 1929, Almanya - 1945), Almanya'daki Yahudi soykırımının simge isimlerindendir.
Babası Otto Frank bir bankada görevlisiydi. 1929 Büyük Buhranı ile işleri kötüye gidince 1933 yılında iş ilişkilerini kullanarak Hollanda'ya gitmenin bir yolunu buldu. Hitler'in Hollanda'ya girmesiyle birlikte, buradaki yahudilere Almanya'daki gibi kısıtlamalar getirilir. Ablası Margot'la birlikte sadece Yahudilerin okudugu okulda eğitim almaya başlar.
Yahudilerin kendi işlerini kurmaları ve işletmeleri yasak olduğu için babası işlerinin başına yakın bir dostunu geçirir. Temmuz 1942'de Anne'nin ablası Margot'a bir celp gelir ve SS merkezine çağırılır, Yahudi olarak işaretlenir. Anne Frank, 14 yaşındayken Otto Frank'ın Prinsengracht'taki ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmede saklanmaya başlar. Beraberlerinde yakın dost oldukları 4 kişi daha vardır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını, ihtiyaçlarını Otto Frank'ın sekreteri Miep Gies sağlar. On üçüncü yaş gününde kendisine hediye edilen bir günlüğe saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazmıştır. İki yıl sonra saklandıkları yer polis tarafından basılır.
Frank ailesi ve diğer aile trenle Polonya'daki Auschwitz toplama kampına gönderilir. Bir süre sonra Anne Frank ve diğer ailenin üyeleri farklı toplama kamplarında ölürler. Aynı yılın sonbaharında Anne Frank ve ablası Margot Bergen-Belsen kampına gönderilirler. Margot ve Anne tifodan ölür. Auschwitz'de kalan baba Otto Frank, Kızıl Ordunun gelmesiyle kamptan kurtulur. Baba Frank'ın elinde, eski sekreteri Miep'in kendisine ulaştırdığı Anne'nin günlüğünü vardır ve bu günlüğü defalarca okur. Sonra bir kopyasını profesör bir arkadaşına gönderir. Yakın çevresinin baskısıyla da günlüğünü yayımlamaya karar verir. İlk olarak 150 bin adet basılır. Bu baskıyı daha bir çok baskı takip eder. Türkçe dahil 60 dile çevrilmiş ve en çok okunanlar (bestseller) listesine girmiştir.
Bir süre sonra Frances Goodrich veAlbert Hackett bu kitabı tiyatroya uyarladı ve ilk kez Broadway Sahnelerinde oynandı. Daha sonra Münih Kommerspiele Tiyatrosunda tek dekorlu bir tiyatro olarak Alman tiyatrocu Christia Keller tarafından canlandırıldı. Çok büyük beğeni topladı.

7 Şubat 2010 Pazar

Kutluğ Ataman`ın `Ruhuma Asla/ Never My Soul` adlı video çalışmasından da hatırlayacağınız Ceyhan Fırat, ya da 80`li yıllarda İstanbul entelijansiyasının onu tanıdığı adıyla Travesti Şoray`ın başından geçen muhteşem bir hikaye var. Şoray, yıllardır cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmek istiyor ancak asla başaramıyor. Çünkü kendisinin böbrek sorunu var ve bu ameliyatı engelliyor. En yakın arkadaşı Begüm ise bir transseksüel ve Şoray`ın bir fazlalığı ikilinin sürekli rekabet halinde olmasına yol açıyor. Begüm, başarıyla kadın olduğu için bunu bir üstünlük addedip her defasında bu tarafıyla övünmeyi seviyor. Tabii rekabetle beraber dostluk da yıllara yayılıyor.
Ancak Begüm`le Şoray`ın arası `Ruhuma Asla` filminden sonra açılıyor. Zira Begüm, kadın olduktan sonra lady`liğe bürünüyor, Chanel kıyafetlerini üzerinden eksik etmeyen bir Nişantaşı kadınına dönüşüyor - sadece gündüzleri olsa da. E tabii bu değişimin üzerine, Şoray`ın `Ruhuma Asla`daki hallerini hiç mi hiç beğenmiyor, ona yakıştıramıyor. `Senin gibi hanımefendi kendini ne hale düşürmüş` diye tavır yapıyor. Malum, Şoray epey teşhir ediyor kendisini filmde. Neyse o yüzden de bozuluyorlar işte, ilişkiyi kesiyorlar.
Bir süre geçiyor, İsviçre`de rahibelerin hemşirelik yaptığı bir hastaneden Şoray`a haber geliyor. Yıllardır başına bela olan böbrek sorunu çözülmüş, 20`li yaşlardaki bir genç kızın böbreğinin nakledileceğini söylüyorlar. Şoray havalara uçuyor tabii. Nihayet kadın olması için önündeki en büyük engel kalktı. Artık cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirebilir.
Neyse, Begüm de bu ameliyatın haberini alıyor. Böbrek nakli riskli bir iş, epey de zahmetli bir ameliyat. Arkadaşının yanında olmak istiyor.
Şoray`ı yaşlı bir adamla aynı odaya yatırıyorlar, sondalar takılıyor, serumlar bağlanıyor, her taraf sarılı falan. Begüm de Chanel kıyafetleriyle ziyarete geliyor. Şoray, yattığı yerden bir gözü kapalı, diğer gözünü de hafifçe açarak `Siz o kadar uğraştınız ama bende 21 yaşında gerçek bir kız böbreği var` deyiveriyor. O hanımefendi, ağırbaşlı Begüm`ün kan beynine sıçrıyor. Oracıkta Şoray`a rahibelerin önünde girişiyor, sondaları söküyor, serumları kopartıyor, burna giden borulara saldırıyor falan. İkisi yıllar sonra hala bitmemiş hesaplaşmayı yapıyorlar. Sen mi daha kadınsın, ben mi daha kadınım diye. Malum, defter kapanmamış yaÖ
İstanbul`da travestilerle, transseksüellerle ilgili anlatılan böyle binlerce birbirinden eğlenceli hikaye var. `Gerçek, kurgudan daha şaşırtıcıdır` derler ya, tam o hesap. Bir skeç gibi, bir film karesi gibi hikayeler.
Tıpkı Bülent Ersoy gibi. Sürreal. Diyorlar ya, neden Bülent Ersoy bunca sene sustu şimdi saldırıya başladı diye. Çok haksızlık ediyor, çok ayıp ediyorlar. Bir kere Bülent Ersoy bu ülkenin başlı başına en büyük özgürlük simgelerinden biridir. Verdiği mücadeleyle dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir gurur simgesidir. Türkiye gibi bir ülkede, üstelik bir erkek doğarak, yıllar içinde kadın olunabileceğini, bu kadının hem ezan okuyup, hem rakı devirebileceğini göstermiş, kabul ettirmiş, üstelik bunun olabilirliğini sorgulatmamış bir figürdür.
Yıllarca Zeki Müren`in riyayla oyaladığı bir ülkeye karşı, pembe nüfus kağıdını kameraların önünde göstermesi kahramanca değil miydi? Belki de Zeki Müren o yüzden ondan hep nefret etti. Daha kadın, daha kahraman olduğu için.
Bugün siyaset gündemini Bülent Ersoy`un belirlediğinden yakınanlar, Evren`e karşı en büyük muhalefetin yıllardır tek başına o olduğunu unutuyor olmalılar. Ersoy, siyaset gündemini şimdi belirlemeye başlamadı ki. Onun bütün varoluşu siyasi bir hareket zaten.
İşte şimdi de hesabı her kimleyse, Deniz Baykal`la mı, ya da o dönemde onun hayatını zorlaştıran kimlerse unutmadan, yılmadan, yılların üzerine örtü sermeden, defteri kapatmadan, boyun eğmeden bağırmaya devam ediyor. Bağıracak elbette ve iyi ki bağırıyor. Riyayla karartılmış önümüzü aydınlatıyor.
Bu kadınlar unutmuyor işte. Zorluğu da, acıyı da, intikamı da ne yaparsanız yapın geride bırakmıyorlar. İntikam soğuk yenen bir yemektir ya, Bülent Ersoy da şimdi bu ülkenin sondalarını söküyor. Oray EĞİN

6 Şubat 2010 Cumartesi